SÖYLEŞİ &YORUM
Bünyamin: Evet hocam nasılsın?
Emre: Bırak şimdi hocamı. Şükürler olsun. İyiden hallice derler. Refah içinde buhran devşiriyorum. Depolitize anlamda tabi. Varoluşsal kaygı can simidim.
Bünyamin: Malum Ramazan ayı. Pandemi kısıtlamalarından sonra toplu ibadet imkanı açısından ilkleri de yaşıyoruz. İlk teravih mesela. Değişen atmosferde Ramazan ayını değerlendirme konusundaki fikrin nedir?
Emre: Öncelikle söyleşinin imkan ve sınırlarını belirleyelim. Dindarlık ve dindarlığın sosyo-psikolojisi çevreninde konuşalım. Asım babayı da hayırla yâd edelim. Alt başlıklar kendi dizinini spontane şekilde kuracaktır.
Bünyamin: Dindarlıkla ilgili işlevsel bir sosyoloji ve bu sosyolojiyi istatize eden bir literatür var. Dindarlık ve istatistik bize ne söylüyor?
Emre: Din sosyolojisi nev-i şahsına münhasır bir alan olarak toplumsalın istatistiğini de çalışıyor elbette. Bununla birlikte bu istatistiği disiplinler arası bir formülasyonda inceleme deneyimi de var. Bahsi geçen disiplinlerin yapısı, karakteri ve ivmesi nedeniyle daha bilimsel sonuçlara ulaşılacağı yadsınamaz. Toplum değişime ve dönüşüme açık, hareketli bir alan. Hal böyle olunca din sosyolojisinin ulaşamadığı yorum imkanına disiplinler arası diye tabir edilen çok faktörlü bir inceleme olanağıyla ulaşabilirsiniz. Bu da günümüzde özellikle medya okur-yazarlığıyla ortaya çıkan aktüalitenin hem sağlam anlam-yorum temeline dayanması hem de güncele yönelik müspet bir anlam periferisi sunması açısından önemli bence. Bundan dolayı da var olan istatistiklerin geriden geliyor olmasına yönelik eleştirilere cevap verebiliyorsunuz. Neden üzerinde duruyoruz bu bahsin? Çünkü toplumsalın anlaşılması ve yorumlanmasında bilimsel istatistik ve şifahi istatistik aynı doğrultuda seyir etmiyor. Onca araştırma, anket, soruşturma, inceleme neden yapılıyor? Yaşamı mantıklı, tutarlı, tabii ve tümel faydaya dönük bir realite üzerine kurmak için. Aynı yaşamı şifahi istatistiğe dayalı algıların domine ettiğini düşünün; kendinizi farklı bir realite hakkında konuşuyorken bulursunuz. Anlam orjinallik, otantiklik ve kapsayıcılık dengesi üzerine kuruluyor. Hal böyle olunca bireyseli ve sosyali yorumlarken anlam merkezli bir sağlama yapmak durumundasınız. Yani yaptığınız yorumun da orjinalliğe, otantikliğe ve kapsayıcılığa sahip olması lazım.
Bünyamin: Şifahi istatistikten kastın nedir?
Emre: Kısaca belirli bir bağlama sahip durum bilgisi. Olay ve olgu diyalektiği de var fakat bilimsele göre daha az çalışılmış, hakkında düşünülmekte olan ve henüz sonuçlanmamış bir yorum süreci. Mesela cami sosyolojisinden popüler bir yorum:’’insanlar camiye gelmiyor, cemaat sayısı az’’ gibi. Söz gelimi bu yoruma bilgi, araştırma ve inceleme araç gereçleriyle çalışır ve bilimsel bir istatistik çıkarırsın. Ancak günceli hiçbir zaman yakalayamazsın. Yakalamaya çalışmak dindarlığı sadece cemaat sayısına göre çözümlemek gibi sathi, menfi ve bilimsel olmayan bir ameliye olur. Alt kültür dolayımından şöyle bir soru daha realist mesela: ‘’Cami nedir?’’ Bu soruyu sorduğunuzda dindarlığın kafa sayısıyla ölçülemeyecek derecede derinlikli bir mevzu olduğunu keşfeder, kültürün dayandığı medeniyet kodlarıyla daha orijinal ilişki kurabilirsin. Yüce Allah’ın ‘’Mescidler yalnız Allah’ındır’’ (Cin 29/18) ilahi hitabı ve Hz.Peygamber (s.a.v.)’in ‘’Yeryüzü benim için mescid ve temiz kılındı’’ (Buhari, Teyemmüm, 1) kutlu sözüyle makes bulan medeni ve ahlaki kalkınmanın nasıl yüksek bir mefkureye dayandığını ve inananları bu yönde motive ettiğini keşfettiğinde istatistikle olan ilişkini yeniden gözden geçirirsin.
Bünyamin: Konu derinleştikçe sorular da artıyor. Cami sosyolojisi dedin. Orada tezahür eden spesifik ve popüler yorumların dayandığı kültür kodlarını açsan biraz…
Emre: Kanaatimce bahsi geçen spesifik ve popüler yorumlar, Kur’an-ı Kerim’de geçen ‘’karz-ı hasen’’ (Bakara 2/245) ve farklı açılımlarıyla ‘’ticaret’’ şeklindeki iki kodun toplumsala girdikçe bağlamı dışında yorumlanmasından türüyor. Kültürümüzde camiyi ticarethane, cemaati de müşteri olarak yorumlayan güncel bir söylem var. Amacı ise camilerde kişisi sayısını istatistik olarak artırmak. Haklı fakat bir o kadar da duygusal ve romantik bir söylem bu. Geçerli bir gerekçeye dayanmak ne kadar önemli ise gerekçenin sağlam bir temele dayanması daha da önemli. İpuçlarını da açacağım fakat yorumu anlam kökünden hareketle çözümleyelim. Öncelikle cami ticarethane değil ibadethanedir; cemaat de müşteri değil Allah’ın kullarıdır. Konuyla ilgili bahsi geçen ayetlerin kurduğu temsili dilin ve ilk anlamın maksadına uzak bir mesafedeki katmanı ele alalım devamında. Böylelikle kültüre derc olmuş kalıp düşünce ve duyguların sahihini sakiminden ayıralım. Sonra metinle intibak kuralım. Zira adı geçen güncel söylem ticariliği metindeki temsili dile ve ilk anlama rağmen tercih ederek toplumsal hafızada yerini alıyor.
Bünyamin: Ticaretin güncel anlamını daha çok realize etmenin nedenleri arasında cami sosyolojisini inşa eden bireylerin sosyal statü, rol ve kültür kalıpları sayılabilir mi?
Emre: Hatta en etkili nedendir diyebiliriz. Cami sosyolojisinin inşası da kritik bir tabir. Genel ve özel şeklinde gruplandırabiliriz. Genel grup totali ihtiva eder; beş vakit namaz kılan da sadece Cuma namazı kılan da bu grupta yer alır. Özel grup ise yapı-inşaatından tutun bakım-onarıma değin müdavim-çekirdek kadrodur. Hayırsever iş adamları, esnaflar ve dernek kurulu üyeleri çekirdek kadroyu oluşturur. Genel veya özel herkes değerlidir ve hayırsever insanlar bu değeri ‘’sıddîklarla birlikte’’ anılmaktan alırlar. O yüzden tikel bir eleştiri yaptığım zannedilmesin. Teorik düzlemde konuşuyoruz. Diğer yandan kamu kurumlarında veya özel sektörde profesyonelleşme revaçta. Yapılan işte niteliği yakalamak için artık herkes her yerde uzmanlığı artı değer olarak konumlandırıyor. Bunun için hizmet içi eğitimler, seminer, konferans, toplantı, kurs, atölye ve sertifika alt yapısı sağlanıyor. Özetle dünya dönüyor. Koca dünya dönerken dernekler kanunu ile ilgili düzenleme yapmanın zamanı artık geldi ve geçiyor. Hem sivil toplum çalışması yapmak isteyen derneklerin hem de cami derneklerinin belirli bir eğitim, öğretim ve oryantasyon programına tabi tutularak her üyenin yetiştirilmesi gerekiyor. Devlet terbiyesi, kamu hukuku, vatandaşlık ahlakı, kanuni duyarlılık, bilgi ve kültür seviyesi kazanmayı sağlayacak formasyona devletin öncülük, hakemlik ve rehberlik etmesi zaruret arz ediyor.
Konuya dönecek olursam, katılımcıların yaşam tecrübesi, meslek grupları, sosyal statüleri elbette cami sosyolojisini etkiliyor. Kanaatimce ticariliğin dayandığı nokta da burası: çekirdek kadronun kişisel yaşam deneyimlerini cami sosyolojisinde benzeştiriyor veya özdeş kılıyor olmaları. Benzeştirmede problem yok. Biraz önce dediğim gibi bahiste, Kur’an-ı Kerim de ilk anlamı temsili bir dille kuruyor. Problem, kişisel yaşam deneyimini cami sosyolojisiyle özdeş kılmak. Buradaki duygu ve düşünce kalıplarını çözümler ve kurarken kişisel yaşam deneyiminin ağır basması. Esasında İslam kültüründe cami sosyolojisi ve kişisel yaşam deneyimi arasında herhangi bir ayrım da teklif edilmiyor. Fakat kültürün inancı, inanca dayalı duygu ve düşünce kalıplarını belirlediği tersine bir okuma yaptığında söylem ayrıksı bir düzlemde ortaya çıkıyor. Cami sosyolojisinin böyle algılanmasındaki diğer bir faktör de ülkemizde din hizmetlerinin hizmet sektörü kapsamında işlev görüyor olmasıdır. Her ne kadar kanunda sistem kurulu olsa da toplumda hizmet sektörüne yönelik ‘’müşteri her zaman haklıdır’’ anlayışı ağır basabiliyor. Elbette bütün vatandaşların kamu hizmetlerinden yararlanmaya hakları var. Ancak kamuyu bir değer olarak ele aldığımızda kanunların fertler arasında adalete dayalı toplumsal bir sözleşme olduğu gerçeğini ıskalama veya göz ardı etme gibi bir lüksümüz yok. Hem hizmetin işlevselliği hem de denetim açısından iki taraflı bir ilişki hakkında konuşurken işlevselliği ve denetimi sadece bir tarafla sınırlamak toplumsal hafızada hukuk nosyonunu geliştirmeyecektir. Din Hizmetlerinin ‘’örfi’’ değerini de dikkate aldığımızda ‘’müşteri her zaman haklıdır’’ anlayışını yeniden gözden geçirmek gerekir. Dindarlık söz konusu olduğunda müşteri değil ‘’Allah ve Peygamber her koşulda haklıdır’’ anlayışı hakim olması gerekir. Zira Din Hizmetlerinin gerçekleştiği kamu alan/ları, vatandaşların sosyal yaşamda edindikleri bütün sosyal statü, rol ve prestijlerin sıfırlandığı, yani herkesin aynı safta, eşit şekilde omuz omuza bir araya geldiği özgün bir alan olarak karşımıza çıkıyor. Hal böyle olunca vatandaşların takvaya binaen Allahu Teala nezdinde kazanacağı ulvi prestiji cami sosyolojisinde ortaya çıkan bireysel ve kurumsal ilişkilerde avantaja dönüştürerek, takvasını haklılık arayışına gerekçe göstermesi; karz-ı hasen’i realize etmek bir yana maksadı aşan bir dönüşüme neden olacaktır.
Bünyamin: Osmanlı Dönemi’nden tevarüs eden vakıf geleneğinde durum nasıldı?
Emre: Vakıf geleneğinin yıldızı Osmanlı Dönemi’nde parladı. Vakıftan bahis açıldığında sadece cami değil sosyal yardımlaşmanın bütün katmanlarından kervansaraya, çeşmeye varana değin geniş bir skaladan bahsederiz. Aynı zamanda dünyada hiçbir toplumda bulunmayan, sadece bize has bir meziyet söz konusu. Vakfiyelere baktığımızda devlet adamlarımızı görüyoruz. Osmanlı toplumunda yüksek bir statüye ve role sahip bireylerin günümüzde halen ışıl ışıl parıldayan eserler armağan etmesi duygu-durum bağlamı açısından da önemli. Ayrıca ‘’iyilik yap denize at’’ atasözü de dönemle ilgili realize olmuş bir panaroma da vermektedir. Yüksek statü ve role rağmen benlik duygusunun minimize edildiği iyiliklerin medeniyet denizine adabınca bırakılması, eserin ve değerin asırlar boyunca tarihte emin şekilde yaşamasının en önemli manevi gerekçesi bence. Kural olarak yoldaki bir engeli kaldırmak da dört sütunlu ve dört minareli devasa bir cami inşa etmek de hayata değer katma kabilinden iltifata tabi bir marifettir. Ancak yoldaki bir engeli kaldırınca yaşanan duygu-durum deneyimiyle dört sütunlu ve dört minareli bir cami inşa edince yaşanan duygu-durum deneyiminin ivmesi farklıdır. İkincisinin toplum nezdinde daha çok reaksiyon alışına söz, hal, tutum ve davranışta vakar, sükunet ve adapla karşılayacak yüksek bir ruh olgunluğunun daha çok eşlik etmesi gerekir. Bu münasebetle Osmanlı Dönemi’nde tebarüz eden tebaa, ayan ve devlet ricalinin uyumuyla gelişip emsal teşkil eden vakıf geleneğinden çıkarmamız gereken çok ders var. Belki benim gözden kaçırdığım, vakanüvistlerin kaydettiği tikel-olumsuz deneyimler vardır ancak vakıf geleneğine rağmen sosyal bir olguya dönüşmediği de müsellemdir.
Bünyamin: Bu sene Ramazan’da çok güzel gelişmeler vuku buluyor. İstanbul Alibeyköy’deki Hacı Osman Torun Camii imam-hatibi Mahmut Eroğlu’nun, çocuklara namazı sevdirmek için hayata geçirdiği ‘’teravih treni’’ dünyanın gündemine oturdu. Görüntüleri dünyaca ünlü Bella Hadid’in de övgüyle paylaştığını biliyoruz. Cami sosyolojisinde yaş grupları bakımından yapılan benzer spesifik ve popüler yorumları merceğe alırsak, cami ve çocuk ilişkisini nasıl anlamalıyız?
Emre: Öncelikle Mahmut Eroğlu hocadan Allah razı olsun. Rize’de Ekrem Ataseven hocayı da hayırla yâd etmek lazım. Esasında onların şahsında, camide çocuklara nefes aldıracak nitelikli gayretleriyle Diyanet camiasının gizli kahramanları da unutulmamalı. Mesele o kadar bariz ki. Bundan elli veya yüz sene sonrasına bir değer bırakmak ve mesaj vermek istediğinizde ne yapmanız gerekir? Cevabı basit: insan yetiştirmek. Yetiştirdiğiniz bir insan zamanı ve mekanı aşarak –zamanı bir kenara koyalım- zaman ötesine yolculuk yapmanızın garantisidir. Yetişmek üzere olan bu insan, kan bağıyla size evlat olarak da intisap ediyor olabilir. Ancak evrensel bir mefkureyle yakın veya uzak insanlığın, ümmetin ve yaşadığınız toplumun herhangi bir ferdi ise değer bakımından çarpan etkisi yaratır. Bu faslı çok fazla uzatmadan bağlayayım: çocuklar camide hak ettiği değeri fazlasıyla görmeli.
Bünyamin: ‘’Hak ettiği değer’’i biraz açar mısın?
Emre: Cami de park, yol, hastane ve diğer kamu kurumları gibi kamu alanıdır. Yaş grubu farkı olmaksızın, hükümlü-hükümsüz, zengin-fakir ve hatta akıllı-deli herkesin din hizmetlerinden istifade edebileceği bir kamu alanıdır. Toplumda yetişkin bireyler herhangi bir hak ihlaline maruz kaldığında duruma itiraz edip hakkını arayabiliyor. Ancak çocuklar için bu durum tabii olarak söz konusu değil. Camide ses çıkardığı için mobbinge maruz kalan bir çocuğun ‘’siz beni ötekileştiremezsiniz, ben de herkes gibi bu kamu alanında var olma hakkına hem hukuken hem de vicdanen sahibim’’ diye itiraz ettiği vaki değildir. Popüler diyalogları bilen herkes neden mobbing tabirini kullandığımı anlayacaktır. Bu anlamda diyaloglar bile başlı başına ipucu vermektedir. Mesela çocukların camide ses yaptığından bahsedilmez; gürültü yaptığından bahsedilir. Gerek camilerin iç mimari oranları gerekse de çocuk fizyonomisi gürültü iddiasının vehmî olduğunu göstermektedir. Çocukların camide yaramazlık yaptığı söylenir. Bütün psikolojik çevreniyle yaramazlık ev, cami veya herhangi bir kapalı mekan farkı söz konusu olmadan değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Evde, sokakta veya parkta nispeten olgunlukla karşılanabilen yaramazlık neden camide mobbinge gerekçe sayılmaktadır? Bu meyanda cami adabına yönelik benimsenen örfün realitesi öne sürülebilir. Ancak bilinmeli ki bu örfü yaşatan Müslüman, ergenlik çağına erişmiş ve hatta yetişkin, akıllı nitelikleri haiz sorumluluk sahibi fertlerdir. Bu nitelikleri haiz olmayan yaş grubundaki çocuklara sorumluluk sahibi fert muamelesi yaparak mobbinge gerekçelendirmek hem pedagojik değildir hem de yasal değildir. Tam da bu noktada çocuk sahibi bireylerin, kamusal yaşamda çocuklarının haklarını korumak adına sivil dayanışma içerisine girmesi teklif edilmelidir. Cami ve çocuk ilişkisini gelişimsel açıdan nitelikli hale getirmek istiyorsak organizasyon, koordinasyon ve iş birliği şart. Maalesef ülkemizde sosyal sorunlara yasal çerçevede çözüm ararken itiraz hakkını kullanmak merkeziyete, otoriteye ve erke başkaldırı şeklinde anlaşılabiliyor. Ötekileştirilme, baskılanma ve itibarsızlaştırılmaktan çekinen insanların düşünce ve düşünceyi ifade özgürlüğünü, kanun önünde eşitlik ilkesine dayanarak yasal düzlemde çözüm arayışını frenleyen örtük bir kamuoyu handikapı var. İtirazı tehdit olarak algılamanın, iş birliği yapmak veya alternatif üretmek yerine savunma modunu tercih ederek kutuplaşmanın medeniyet ödevlerimizle yüzleşmesi gerekiyor. Tabiri caizse dört köşeli bir masayı herkes kendi yönüne çekmeye çalışırsa kutuplaşma yaşanır. Oysaki uzlaşı ahlakı, yaşamın tecrübe aktarımı olgusuyla sürdüğünü; çatışmanın da bu olguyu sekteye uğratacağını bilen insanların deneyimlediği en yüksek erdemlerden biridir.
Bünyamin: Peygamberimiz (s.a.v.)’in çocuklarla ilişkisi nasıldı?
Emre: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları’ndan çıkan ‘’Peygamberimiz ve Çocuk’’ isimli kitap, bu soruya fazlasıyla yanıt veriyor. Gerek Mescid-i Nebi’de gerekse de sosyal hatta Peygamberimiz çocukları her zaman himaye etmiştir. Yahudi bir çocuğun başını okşayan bir Peygamber’den bahsediyoruz. Ezanla alay eden genci Mekke’ye müezzin olarak yetiştiren kutlu öğretmenden. Şeytan taşlarken kıza bakan genci babacan bir tavırla, müşfik bir edayla, ahiret vurgusuyla uyarıyor Allah Rasülü. İnsani ve ahlaki davranışın inançla bağını kuruyor. Kuşu ölen Zeyd’e baş sağlığına giden yüce bir ruh ve daha nice numune-i imtisal kabilinden muazzam bir örneklik serisi… Hadi şu klişe soruyu konuya uyarlayarak yeniden soralım: Hz.Peygamber çağımızda yaşasaydı, çocukları cami ve mescitlerde ötekileştiren yaklaşımları nasıl değerlendirirdi? Cevap gayet açık değil mi…
Allah Resulü (s.a.v.)’nün mescitten soyutlamadığı çocuklara camiyi dar etmenin vebali büyüktür. O (s.a.v.)’nun her daim himayesine aldığı çocuklara camide mobbing uygulamanın hesabını rûz-i mahşerde kimse veremez. Hesap vakti ‘’biz camiye şöyle hayr yaptık, söz hakkına sahiptik, bizim lokalimiz elbette ki karışırız’’ şeklindeki cesur savunmaya ‘’tamam o kadar finans sağlamışsınız, bravo tebrikler, dosyayı kapatıyoruz’’ diye yanıt verileceği sanılıyorsa İslam’ın derdi ve meselesi hiç mi hiç anlaşılmamış demektir. Hadi şöyle bir sağlama yaparak bahsi toparlayalım: Bırakalım farklı inanca mensup bir çocuğun başını okşamayı, kimler Müslüman çocuğa Hz.Peygamber (s.a.v.)’in gösterdiği gibi yüce bir şefkati göstermiştir? Camide kıkırdayan, gülen çocuklara selam verdikten sonra dönüp tebessümle bakmıştır? Namaz esnasında çocukların sesini duyunca cennet bahçelerinden bir bahçede ibadet ediyor hissi yaşamıştır? En hareketli yaşında Kur’an-ı Kerim öğrenmek ve camide sosyalleşmek için camiye koşan, mihraba kürsüye minbere tırmanıp hocaya öykünüp ezan okuyan bir çocukla kimler gurur duymuştur? Kimler tanıdığı veya tanımadığı bir çocuğa ‘’Nasılsın bakalım?’’ diye halini hatırını sorabilmiştir? Mahremiyet eğitimini henüz yeterince alamadığı için bir takım mahremiyet kurallarını ihlal eden gençlere babacan bir tavırla yaklaşarak eğriyi doğruyu üslubunca öğretmiştir? Allah korkusunun gençlere sille tokatla öğretilemeyeceğini, karakter inşasının şiddet, baskı ve ötekileştirme ile yerle bir olacağını… Daha ne denir bilemiyorum. Gerçekten sözün bittiği yer burası.
Bünyamin: Eyvallah hacı. Akran şiddeti ve kuşak çatışması camide tezahür ediyor mu sence?
Emre: Elbette tikel örnekler var. Fakat akran şiddeti her yerde tezahür edebiliyor; cami ile sınırlamamakta fayda var. Ancak akran şiddeti sadece denetimle çözülemez, iş birliği de gerekir. Ebeveynlerin empati kurarak meseleyi değerlendirmesi lazım. Akran şiddetine maruz kalan, şiddet gösteren çocuk da olabilir. Uzman desteği alınır. Yetişkin bireyler meseleye olgun yaklaşırsa, dünyada sadece kendi çocuğunun yaşamadığını kavrarsa, daha üst bir perspektiften konuya eğilirse uhulet ve suhuletle çözülemeyecek bir konu olmayacaktır zannediyorum.
Kuşak çatışması o kadar doğal ki. Herkes yaşamın çevreninden sırayla geçiyor. Bugünün yetişkinleri dünün çocuklarıydı. Nabzı dakikada 100-130 atan bir bedenle 60-100 arası atan bedenin reflekslerini aynı periyotta sergilemesini beklemek saçma bir beklenti olacaktır. Empatiyi acilen kültür haline getirmek lazım. Kuşak çatışmasında sorun, yaşam tecrübesine dayalı olarak kanıksanan duygu ve düşünce kalıplarının ahlaki kodlarından kaynaklanıyor. Mesela demokrat bir anlayışa nazaran otoriter anlayışla yaşamı değerlendiren biri kuşak çatışmasındaki süreci daha kötü yönetecektir. Ebeveynlerin çoğu zaman çıkmaza girdiği yer burası. Herkes ailevi ve kültürel değerlerini çocuklarına aktarmak ister. Özellikle ergenlik döneminde değer aktarımında yaşanan kopukluklar ebeveynleri kaygılandırıyor. Analitik zeka diyalektiğe başlayınca herkes tedirgin oluyor. Böyle bir durumda gencin sorularına nasıl yanıt vereceksiniz? Otoriter bir yaklaşımla mı yoksa demokrat bir yaklaşımla mı? Verdiğiniz cevap ne kadar kuşatıcı, tutarlı, mantıklı ve ilkeli ise o kadar etkili olabilirsiniz. Bunun için de otoriter davranış kalıplarını minimize etmek ve sabırla iletişim kurmak gerekiyor. Tıkanılan yerde ise uzman desteği almak gerekiyor.
Konuyu bağlayalım.
Otoriter yaklaşımların posası çıktı artık, terk etmek lazım. Çocukların ve gençlerin de kamunun bir parçası olduğunu kabul etmek, yetişkinlerin sahip olduğu vicdani ve hukuki haklara onların da sahip olduğunu benimsemek gerekiyor. Avantajı dezavantaja dönüştürecek riskli yaklaşımların İslam inancı ve kültürü açısından hedeflenen ahlaki ve medeni kalkınmayı olumsuz etkileyeceğini idrak ederek Hz.Peygamber’in örnekliğinde somutlaşmış insan anlayışını ince ince kodlamak gerekiyor. Çok basit bir örnek vererek sözü bitireyim isterseniz. Saygı kime gösterilir? Büyüklere saygı gösterilir derseniz, küçüklerin saygıyı hak etmediği gibi tuhaf bir ima somutlaşabilir. Elbette büyüklere saygı göstermek de bir erdemdir fakat saygı ödevini anlamayı hangi düzeyden başlatacaksınız? Oysaki insana sırf insan olduğu, Yüce Allah’ın yarattığı değerli bir can; O (c.c.)’ndan üflenmiş bir parça ruh olduğu hakikatini realize ederseniz ailede ve çevrede yaşanan çocukluk travmalarını kökten çözersiniz. Dolayısıyla örselenmemiş bir ruh, yetişkinliğin sağladığı avantaja eriştiğinde küçüğünden intikam alma narsisizmini sergilemeyecektir. Böylece nesiller boyu aktarılan kısır döngü de sona erecektir.
Tut elinden çocuğun, bir ikindi vakti sığın caminin manevi atmosferine. Çocuk veya genç hiçbir şey yapmasa, sadece o manevi atmosferi temaşa edip solusa bile ilahi ve inayi nasibine erişir. Melekler ona gıpta eder. Yüreğin ılır. Onu sana bahşettiği için Yüce Allah’a sonsuz hamd ve şükür duyarsın için içine yaşararak. Yeşerirsin. Bambaşka biri olursun ya. Bir gün ölüp gideceğini bilsen de gözün arkada kalmaz. Ona kanat geren er-Rahman, er-Rahim, el-Aziz ve el-Kayyum olan bir yaratıcı senin bütün derdini çözüme kavuşturur. Gerçekten güven artık. Allah kimseyi yarı yolda bırakmaz.
Bünyamin: Eyvallah kardeşim. Son olarak herkes için tavsiye edeceğin eserler nelerdir desem..
Emre: Kuran-ı Kerim’i bıkmadan usanmadan ömür boyunca okuruz. Bence Peygamberimiz’in Hayatı’nı aktaran, anlatan, gösteren siyer kitapları da ömür boyunca bıkmadan usanmadan okunmayı hak ediyor. Batı Klasikleri arasında da eğitim felsefesine yönelik seçkin eserler var. Tabi daha analitik, karşılaştırmalı ve ileri düzeyde bir okuma evresinde fazlasıyla istifade edilebileceğini düşünüyorum.
Bünyamin: Sorularıma sabırla yanıt verdiğiniz için teşekkür ederim kardeşim
Emre: Birlikte güncel ve kritik bir konuyu teati ettiğimiz için mutluluk duydum kanka. Teşekkür ediyorum.